Aralık 2011
VİTRİN ÇOCUĞUNUN ÖLÜMÜ
Ehlileştirilmişti.
Herkes gibi. Herkes kadar mı? İşte bu sorunun cevabını hiç bilmiyordu. Bu o
kadar da önemli değildi zaten.
Bunu ilk ne zaman
fark ettiğini bilmiyordu. Nerede, ne zaman, hangi olaydan sonra? Bu detaylar da
artık önemli değildi. Hayatını zorlaştıran hep o ince detaylar olmamış mıydı
zaten? Hiç kimsenin görmediği, anlamadığı, ama onun kafasında haftalarca,
aylarca yer işgal eden detaylar... Yaşamak istiyordu... Çünkü yaşamıyordu.
Boğuluyordu. Sorgulamadan tek bir adım atamıyordu. Doyasıya istediği şeyleri
dahi ardını arkasını düşünmeden gerçekleştiremiyordu. Çoğunlukla da enerjisi ve
işlerin gidişatı tıkanıyordu. Kişileri ve olayları suçlamaktan gerçekten
bıktığı bir gün, “Yeter” diye bağırdı, “Bıktım kendimden!”. Ne kadar çok
enerjisi vardı, tıkanmıştı. Ne kadar çok söylenecek şarkısı vardı,
söyleyemiyordu. Ne güzel danslar biliyordu, odasının dışındakilerden ölesiye korktuğu
için bir sır gibi saklıyordu. Daha koşmadan, çok yorulmuştu. Çırılçıplak
soyunup kendini dışarı atsa bile bir işe yaramayacaktı, derisinin üzerinde bir
ya da birçok kattan oluşan o kılıf onu yeterince iyi giyimli ve topluma uygun
gösterirdi.
Mükemmel bir
vitrin çocuğuydu. Gurur duyulan, örnek gösterilen, gıpta edilen, şanslı... Çok
dil bilirdi. Harika okullara gitmişti. Küçükken en güzel anaokulunda bale
yapmış, hiçbir spor okulundan geri kalmamıştı. Dört dörtlüktü. Ortaokuldan
itibaren örnek bir öğrenci olmuştu. Böylece ilkokuldaki çok büyük eksiğini de
tamamlamış, vitrinin en önündeki yerini almıştı. Harikaydı o. Güzeldi de. Annesi
gibi. Bir kopyasıydı onun güzellikte. Babası gibi becerikliydi ve çok zekiydi.
Büyük zorluklar sonucunda da olsa harika bir üniversiteyi kazanmıştı ve yine
harikaydı bu yüzden. Gurur duyuluyordu onunla. Bu gururu, üniversitenin birinci
yılındaki yüksek ortalamasıyla da taçlandırınca harikalığı aştı, harikulade
oldu.
Tüm bunların
perde arkasında bir köşeye süpürülmüş yetenekleri ve arzuları vardı. Ama o
kendini vitrinde olmaya öylesine alıştırmıştı ki, o cam tuzla buz olsa bedeni
de öyle parça parça olur sanıyordu. Toplum, aile ne düşünürdü bir asi olursa,
paramparça olurdu, sokaklarda sürünür, ayıplanırdı. Her şey çok basitken bu
düşünce katmanları yüzünden her şey çok zor görünüyordu ona.
Bir gün,
üniversite birin yazında bir gün, yıllar sonra piyanonun başına geçti,
kalkamadı. Saatler geçti, fark etmedi. Yorulmadı hiç. Kuş gibi hafifti,
yıllardır ilk defa. Tüm sorularına yanıtı bulmuştu sanki. Tüm bu
huzursuzluğunun ve tatminsizliğinin nedenini bulmuştu galiba. Çocukluğundan
beri sığınağı, en güzel evi olan müziği niye terk etmişti? Ne uğruna? En yakın
arkadaşını bir yıl önce kaybetmişti, ama bu bile yetmemişti, en sevdiği şeyin
peşinden gitmesi gerektiğini görmesi için. Göremezdi ve yetmezdi, çünkü olay bu
kadar basit değildi. O hala bir vitrin çocuğuydu. En sevdiği alanı bulmuş olsa
da, o kel alaka en iyi üniversitenin en iyi bölümünü bitirmesi, eğer en sevdiği
alanı seçerse o alanda da en iyi olması, hep bir şeyler kanıtlaması gerekirdi. Kime
ve neye kanıtlayacağı aslen bir muamma olsa da bu böyleydi.
Bu arada, güzel
çocuklar sevdi. Gerçekten sevdi mi bilemedi. Kalbini açamadı çünkü. Güvenemedi.
Hep kaybedeceği çok şeyi vardı. Her alanda. Neleri kaybedeceğini kendine açıkça
sorsa belki gülüp geçecekti bu düşüncelerine. Ama sormak aklına gelmezdi. Bunun
yerine nerelerde hata yapmış olabileceğini ciddi ciddi düşünürdü. Ciddi olmak
da vitrinde olmanın asli niteliklerindendi.
Bir gün geldi,
yine tuhaf bir şekilde her şey eksikti. Hayatta istediklerini gerçekleştirmek
için en önemli fırsat olacağını düşündüğü okulu kazandığı yetmemiş gibi,
erkenden mezun olmayı da becermişti. Okuldan mezun olduğu yaz, en sevdiği
ülkeye tek başına seyahate gitmek gibi ailesinin dünyasına çok yabancı bir
olayı da çok şey pahasına gerçekleştirmişti. Ama olmuyordu, huzuru bulamıyordu.
En sevdiği işi yapmak için her şey önünde hazır duruyordu, ama yapamıyordu. Hiçbir
şey yetmiyordu, hiçbir şeyden tatmin olmuyordu. Belirsiz bir istikbale
gözlerini dikmiş, geriliyor da geriliyordu. O an bir şimşek çaktı, kaybedecek
gerçekten neyi vardı? Zaten kaybetmiyor muydu? Yaşamadıkça, sorguladıkça,
durağanlaştıkça kaybetmiyor muydu?
Üzerindeki o
kalın kılıfın fermuarını buldu, ani bir hareketle açtı, üzerinden sıyırdı ve
eski portmantoya astı. Portmantoya son, nostaljik bir bakış fırlattı, sonu
görünmeyen yola doğru hafifçe tedirgin birkaç adım attıktan sonra sağlam bir
şekilde durdu ve arkasına baktı, portmanto sanki hiç var olmamış gibi
kaybolmuştu. Artık sadece önünde uzanan yol vardı. Hiçbir şey bilmiyordu, devam
etme isteği dışında. Adımlarını sağlamlaştırdı ve kararlı bir şekilde yürümeye
başladı. Bu yolda ilerledikçe öğrenmenin sonu olmadığını görecek ve gerçekten
güzelliklerle ve sürprizlerle dolu bir hayatı kucaklayacaktı.